H-A-T-H-O-R

 Biz ancak uykusuz gecelerimizde bize bahşedilen rüyaları umutsuzluk zindanımızda izleriz. Böylelikle demir korkuluklarımızdan avuçlarımıza sadece ızdırap sığar. Gölgeler sığar. O gölgelerin arkasında dururuz hep. Hikayesi yarım kalanların ardından ıslatır menzilimizi şaraplar…. Ah…Duyuyor muyuz ? Binlerce şamdan kürek kemiklerimizden daha gürültülü kırılıyor sanki… Ciğerlerimize doluyor çocukluğumuz. Her bir sigara yakışımızda daha da zehirliyoruz. 4 odalı evlerin, loş mutfakların kirli koltukların üzerine devrili bedenlerimiz. Gözlerimiz kafeinin kahrından uyuyamıyor. Zihnimiz hep uyanık. Rüyalarda. Kabuslarda. Her defasında yükseklerden alçaklara çakılıyoruz. Sonra bir daha… Bir daha. Bizden alçak kalıyor bulutlar… Bu bile göğsümüzü kabartmıyor. Hayatımız, hikayemiz, defalarca vurulduğumuz yerden tekrar doğuşumuz gururlandırıyor bizi. Aptalca şiirlerde sırıtırken buluyoruz kendimizi. Sonra kadehler doluyor, kadehler hep boş kalıyor. Uyursam ölürüm değil, ölürsem uyurum diyoruz. Bu satırlar bana dönüyor spiral gibi. Benden bana dokunuyor, benden beni götürüyor. Ama bu satırlar hep bana dönüyor. Ben kendimi, seni ararken kaybediyorum. Kendimi hep kaybediyorum. Hiç bulamıyorum. Penceremden, perdemin arkasından bakıyorum dünyana… Evimden bakıyorum. Yolumdan arıyorum seni, bazen ise yolumdan ayırıyorum ki göreyim… 

Ben bir gün hayallerimin bile ötesinde olacağım… Büyük bir adam.. Dev bir çınar ağacı olacağım. Hikayem şarkı olacak, şarkılarım şiir. Adım umutsuzluk koğuşlarında gardiyanların ütülü gömleklerinde… Bir sonbahar sabahında göletin yanına oturacağım , üstüme başıma yapışan ıslak yaprakları umursamadan. Üşüyen, kuruyan ellerimi hiç ısıtmadan. Hiç kimseyi beklemeden, aramadan…Bulacağım. Benim kederimi anca benden ayrı olanlar bilir… Umursamayacağım. Ne bu  kabusa uyanacağım, ne bu kabusa uyuyacağım. Meleklerimin dillerini mühürleyeceğim , ellerini bağlayacağım… kanatlarından tutacağım. Ve o kadar özgür olacağım ki keder beni hiç bulamayacak. O kadar değişeceğim ki prangaların önünden geçip gideceğim… Beni kimse tutamayacak. Güneş batana kadar yürüyeceğim. Güneş doğana kadar yürüyeceğim. Tekrar anlayana kadar seveceğim, tekrar bulana kadar kaybedeceğim. 



Duydun mu… Beni ancak benden ayıranlar anlar.

Bu demir korkuluklar,

Mavi , paslı, soğuk…

Bu uykusuzluk, bu yaş.

Bu zihnim.

Avuçlarımıza süner ızdıraplar..

Bir kahinin elleri kadar onurlu artık ellerimiz.

Bir katilin ki kadar temiz.

80lerinde gibi bir sabah uyanır her şeyi unutur zihnimiz..

O kadar uzağa gideceğim ki , ellerimle batıyı başımla doğuyu işaret edemeyeceğim.

Öyle takdirsiz bir zamanda yiteceğim ki rotamı “sizden” bileceğim. 

Yorumlar

  1. Yazıların yine hint ormanları gibi. Esrarla dolu. Kalbinin derinliklerinden geliyor. Kalbinin yani kalbimin. Rüyadamıyım diyorum kendi kendimle mi konuşmaktayım? Daha içli bir bakıma daha cesur bir ben. Seninle doluyum. Ağzıma kadar seninle doluyum. Kadehle mey kaynaşmıştılar. Giydiğin ceketi okşadım, anılara sığındım. Belki senden kaçmak belki seni bulmak İçin. Jurnalimde hep sen vardın 62de sen 63de sen 64de sen.
    Bir cin, bir prensese büyü yapmıştı. Senin hayatını başka türlü izah edemiyordum. Ben gönlünü feda ederek o masal melikesini kurtaran şehzade. Sevmek için yaratılmıştın. Bütününle sevmek ve bütününle sevilmek. Maziden ancak yanarak temizlenilebilir.
    Göz yaşlarında yıkanılarak temizlenir. Akşama kadar seninle doluydum. Dağlara taşlara adını haykırmak istedim. Sen olmayan hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Dudak dudağa ölmek veya dudak dudağa yaşamak.

    Gençliğim bir çölde akıp giden başıboş bir ırmaktı. Sularında sen yıkanmalıydın. Kelimeler neden kâğıdı yakmıyorlardı? Neden içimdeki yangını, içimdeki coşkunluğu sese kalbedemiyordum? ilk defa olarak Tur-u Sina’daki Musa’nın aczi içindeydim.
    Sen hiçbir zaman birkaç nefes çekilip atılan bir sigara olmadın benim için. İçindeki şarap tüketilince fırlatılan bir kadeh olmadın. Aşkın ta kendisiydim. Bu değil sana söylemek istediğim, bunlar değil. Bunları zaten biliyorsun. Trajedimi defalarca dinledin. Dinlemesen de sezerdin. Beni bütün yaralarımla tanıyorsun. Bütün yaralarım, bütün zilletlerim, bütün hayalkırıklıklarımla. Yine ayak sesleri ve kopan tel ve kesilen ahenk ve kainata küfür ve Tanrı’ya isyan..
    Kalbimle kalemim arasında kapı yok düzeltmiyorum.

    Shakespeare’in 29. sone’sini hatırladım, aşağı yukarı şöyle diyor:
    “Bakışlarda küçümseyiş okuyorum 
Yalnızım, bedbahtım, tesellisizim. 
Gökler sağır, sesim boğuk 
Ve lanet okuyorum talihime 
Kıskançlıktan kuduruyorum 
Kiminin ikbalini kıskanıyorum 
Kiminin istikbalini 
Aczimden utanıyorum. 
Hazlarım iğrendiriyor beni. 
O zaman sen geliyorsun aklıma, 
Ve birden kanatlanıyorum, bir tarla kuşu gibi, mest 
İçim aydınlıkla doluyor, yükseliyorum, yükseliyorum 
Neşideler söylüyorum hayata, 
Göklerin eşiğinden, 
Bana ne toprağın çirkinliğinden 
İnsanların zilletinden bana ne? 
Hatıran öyle sonsuz bir hazine 
Ve sevgin öyle büyük bir mutluluk ki dostum! 
En mağrur hakanların tacını Hor görüyorum.”
    Shakespeare daha güzel söylüyor: “For thy sweet love remember’d such wealth brings, That then I scorn to change my state with kings”..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

WALL/1840

1058 -Dün- Hekate-